Sunday, July 28, 2013

post title

birden bire genişlemeye, çoğalmaya başlıyor şeyler, görüntüler, sesler, düşünceler ve sonra içimin duvarlarına değmeye başlıyorlar. o değdikçe başım dönecek gibi oluyor ama dönmüyor, nefeslerim beni bir şeylerden kurtarmaya çalışırcasına derinleşiyor. şişiyorum, sesim yükseliyor, önemsiz şeyler sinirlerimi dürtüklemeye başlıyor ve ben bunlar karşısında sessiz kalmak için efor sarf etmeye başlıyorum. sonra azıcık rahatlayabileyim diye, sanki çok şişirilmiş bir topun fazla havasını pıstlatır gibi direnmeyi bırakıp tepkilerimi salıveriyorum. sanki çocukluğumdan bir duygu bu ellerimi 2 yanımda yumruk yapıp "ıııııııııııııhh" diye bağırıp hatta azıcık da tepindiğim duygu. çok komik varlık şu insan oğlu ve bazen iğrenç, bazen korkunç. ama ben sadece komik olanların var olduklarını kabul etmeye diğerlerininse korku hikayeleri olduğuna inanmaya devam ediyorum. işte bunlar hep hormon, işte bunlar hep yıldızlar, işte bunlar hep %60 su oluşumuz, işte bunlar hep ruh, işte bunlar hep geveze zihin, işte bunlar hep bilinç altı, işte bunlar hep karma: işte bunlar hep HİÇ OLMAMIZ! hem bi tanede 1001 iz hem bilmem kaç milyon olarak aynı yani aslında dünya nüfusu öyle bi kaç milyon değil yani onun da 1001 katı. nasıl "biri olur" ki insan zaten. ne olunca o kişi olursun, bi insan à un moment donné kaç kişidir aynı anda ve ölürken toplamda kaç kişi olmuş olarak ölür? bunun neresi gerçek ne kadarı ben ne kadarı benim'dir? ha bi de tüm o atalardan taşıdığımız genler meselesi var. dişi mesela, güvende olmak isterim diyor, güvende olmam için senin güçlü olman gerek diyor, yani senin ebatlarının geniş olması, fiziksel olarak güçlü olman gerek, sosyal olarak güçlü olman gerek çünkü yeni dünyada çözümler kaba kuvvetle gelmiyor, paran olursa ooooh daha da güzel beraber yer içeriz gezer tozarız, yaşarız yani işte! sonra bi de zeki olursan hayranlığımı da kazandın demektir ama bana karşı yumuşak olacaksın tabi, duygusal olacaksın öyle öküzlüklere tahammül edemem ben duygusal ince bi varlığım, çiçeğim ben ahh ben ben ben! tamam her zaman bu kadar iğrenç değil neyseki. erkekler mi? aslında sıkıldım, bıktım artık bilmek duymak bile istemiyorum. her şey çok basit ve bu herşeyi bizim için çok komplike hale getiriyor. ya da biz o hale  getiriyoruz ki yaptığımız şeyleri ve kendimizi daha önemli hissedelim. işin kötüsü, en azından şu anda basitliğin güzelliğini taşımıyor hatta tiksiniyorum. iyi de ne istiyorsun o zaman tüm bunların yerine, huysuz! ne istiyorum biliyor musun, bilinç altım yumuşak adamı hırçın kadının gazabından kurtarma oyununu hazırlayıp bi güzel oynattııktan ve adamı (ne yazıkki hiç böyle bi kurtarılma durumuna girmedi bu oyuncu adam da oyun boyunca) kurtardıktan ve iyileştirdikten sonra, herşey sakinleşir normale dönerken yani öyle sanırken kendimi erkekler tarafından üzülmüş kadınların kurtarıcısı olarak bulmamak istiyorum. tüm bunların sonunda, canını yakan sınırları, onlara uygun adamlar bulmaya yaratmaya çalışmış olmaktan şuçlu bi şekilde, en sonunda yok eden, dümdüz bi ovada kalakalan artık daha huzurlu kadın. böylece durduran, direnç gösteren bi şey kalma işte ortada. her şey eser geçer. herkes özgürce istediğini yapar, gerçekten istediği için yapar ve böylesi kesinlikle daha güzeldir. ama herşey  artık yüzeyde durmaktadır. a o yüzey de yok olursa, o zaman ne olur? nasıl olur? bunu sormamış sayın önce biraz düşünmeliyim. tüm düşüncelerimizin aslında onlarca etkeninden habersiz olduğumuz birer sanrı olmaları ne korkunç, değil mi?

Friday, July 26, 2013

gençlik işte

Bazı detaylar peşindeyken bahçede; bazı aksiyonlar peşindeyken de çok çok eski ve çok tanıdık merdivenlerde gözlerimizin takıldığı ve an'ın uzadığı; kim acaba diye bakınırken adı da budur herhalde deyip güldüğüm ama bulunca ifademi şaşkınlığa çeviren bukleli çocuk: bazen, çok alakasız anlarda aklıma düşüyorsun ve seni düşünüyorum...

Aslında böyle sadece bi yerlerde "gör"düğüm insanları düşünüyorum. o insanların nesi var ve ben onları kalabalığın içinde görüyorum bilmiyorum ama bunu seviyorum. gözlerimin önünde renkli ve saydam bir jelatin sanki, herhangi bir mercek işlevi görüp görmediğini bilemem ama renk her zaman daha mutludur. belki bu da daha heyecanlı olduğundandır. ama öyle değil mi? her zaman ya bi hikayede oynuyor ya da bu hikayeyi yazıyor oluyorsun. doğru olup olmadığının bi önemi yok o ruh hakkında yazdıklarımın, hem zaten doğru ya da gerçek de yokken gerek yok böyle dertlere. Olan oluyor sonuçta. Kundera'nın lafını ettiği o dayanılmaz hafiflikle hemde, tesadüfün kuşları uçuşmaya başlıyor ahenkli danslarıyla, kumsala yaklaşırken o anda oynamaya bayıldığınız top hemen önümden yolun öbür tarafına kaçıyor ve sen de tüm heybetli varlığınla benim hemen önüme dönüp duvara yaslanıp topu bekliyorsun. ben telefonla konuşuyorum sonra ne dediğimi şaşırmamaya çalışıyorum ama galiba sesim yükselmeye başlıyor, hayır oraya gitmemeliyim şimdi ama yok bu kumsala son giriş kapısı ve ben yanınızdan kumsalın en kıyılarına atıyorum kendimi. şimdi o çok lafını ettiğin tesadüf bunun neresinde? sen top oynuyorsun ve bana 15 dk 1 den sık olmamak koşuluyla 1 sn den fazla bakmıyorsun. ben de sana... bunu sadece biliyoruz. oradaki varlığını bi şekilde biliyorum ve bu bilincimin içinde ayakta duruyor, benimki de sende. sonra güneş gidiyor, daha da gidiyor, diğer hikayede kocaman bi köpeğe kanser teşhisi koyuluyor ve ben birden hikayeden uyanıp senin nerede olduğunu kontrol etme ihtiyacı duyuyorum. sen o onda kumsalı terk ediyorsun.bu geçen yıl da defalarca olmuştu...aslında başka bi sürü şeyle birlikte. neyse, bu da bir uçan  karahindiba tüyü hikayesi işte... onları izlemeyi severim.

sonra bir kez daha okuyunca, bazı şeylerin anlatılmadıklarında daha güzel olduklarını hatırladım yeniden.